Biliyor musun şu Korona bana bir şey öğretti. Bir insana yakın olmak için ille elele, diz dize, onunla birlikte olman gerekmiyor.
Berincan merhaba,
Yeni geldim Kuzey Almanya'dan. Önce Bremen, sonra Plön ve Lübeck. Sen pencerenden baktığında gördüğün bulutlardan söz ediyorsun ya, burada bulutların alasını izleyebilirsin...
Bin bir çeşit bulutun sürekli bir devinim içinde oynaştığı masmavi bir gökyüzü, altın renginde keten tarlaları, gri yeşil göller ve masmavi kuzey denizi... Ve uçsuz bucaksız bir düzlük...Ve tabii ki soğuk, yaz gününde üstümde yün kazak var düşünebiliyor musun?
Kuzey Norbert'in vatanı... Az konuşan ama sevecen insanlar... İletişimde özen ve dikkat, kimse kimseyi itiştirmiyor, bağırıp çağırmıyor, Koronalı günlerde herkes büyük bir özenle kurallara uyuyor...Köln'deki bananeciliği göremiyorum buralarda. Prusyalıların disiplini mi? Belki. Kuralcılıktan hoşlanmadığımı bilirsin ama bu günlerde iyi geliyor bana.
Aylardır Köln ve yakın çevresinden iki adım öteye adımımızı atmamıştık. Şimdi yolculuğun tadını çıkarıyorum doyasıya. Ama buradaki yaşam bambaşka, Norbert'in kardeşleri, arkadaşları ne kadar dingin ve yalnız bir yaşamın içindeler. Korona onları mümkün değil bizim kadar etkilememiştir. Sözgelimi Norbert'in kardeşi Herwart sanat okumuş, sanat öğretmenliği yapmış uzun yıllar... Hamburg civarında bir köy evinde yaşıyor yaz kış. Sabah akşam kitap okuyor, köpeği gezdiriyor, arada bir karikatürler çiziyor. Evinden içeri girdiğim anda içime afakanlar basıyor, öyle bir daralıyorum ki.. İnsan böylesine karanlık ve iç kapayıcı bir delikte nasıl yaşayabilir? Ataları hep kenarda köşede gizlenen tarla fareleri olmalı, benimkiler ise kuş ya da balık. Yani inan ki ben orada bir ay kalsam kafayı yerdim gerçekten. Düşünüyorum da hayatı ne kadar farklı yaşıyoruz, duygularımız ne kadar farklı. Oysa Herwart içtenliğiyle, iyi kalpliliğiyle bana yakın bir insan.
Sanırım insan doğduğu, büyüdüğü, yetiştiği coğrafyanın bir ürünü. Tıpkı bitki gibi. Herwart değil İstanbul, Köln'e bile bir hafta bile dayanamazdı... Hele İstanbul insanlar, hayhuy, gürültü, itiş kakış, güneş hepsi fazla gelirdi... Ah Berincim bunları sana yazarken sadece güneyin sıcaklığı değil deniz de ama yosun kokmayan, buz gibi kuzey denizi değil bizim tuzlu denizimiz nasıl da gözümde tütüyor. Yarım yüzyıldır inan ki ilk kez bir yaz mevsimini denizsiz geçiriyorum. Norbert belki Eylül'de Kayaköy'e gideriz diyor ama inan ki benim pek umudum yok.
Neyse şimdi yine Köln'e geldik ya, bol bol bisiklete biniyoruz, yaz aylarının olmazsa olmazı bol bol İtalyan dondurması yiyoruz, öğrencilerim ve arkadaşlarımla bira bahçelerinde buluşuyorum, yani burada yavaş yavaş sona eren yaz aylarının tadını çıkarmaya çalışıyorum. Köln'e gelirsen seni Nippes'de ünlü Engel dondurmacısına götüreceğim inan ki parmaklarını birlikte yersin. İnanılmaz bir tat bir de üstüne bir litre yumurta likörü dökünce tadına doyulmuyor. Tam bir kalori ve kolesterol bombası. Onu ye, sonra da bütün gün hiç bir şey yeme.
Ama likörlü dondurma bile yeterince avutamıyor insanı, yedi aydır Köln'de kapanıp kaldım... İstanbul şu an benim için bir hayal. Bir de tabii senin durumun daha da kötü, anneciğine kavuşmak istiyorsun bir an önce. Araba ile İstanbul'a gitme fikri fena değil aslında. Ben çocukken biz kaç kere arabayla İstanbul'dan Tübingen'e gittik geldik. Üstelik de arabayı tek başına hep annem kullanırdı.
Biliyor musun şu Korona bana bir şey öğretti. Bir insana yakın olmak için ille elele, diz dize onunla birlikte olman gerekmiyor. Sosyal mesafeyi koruyarak da çok yakın olabilirsin, hem de çok... Ama ortak bir şeyleri paylaşman gerekiyor, ancak o zaman duygu ve düşünce alışverişi başlıyor ve bir enerji akışı oluyor iki kişi arasında. Bu akış yoksa bir insana istediğin kadar yakın ol, yine de onunla aranda uçurumlar vardır. Ben bunu şu an içinde olduğum proje bağlamında çok yoğun yaşıyorum tanıdığım ve tanımadığım bir çok insanla. Bazen insanlarla sadece dijital bir ortamda buluştuğumu unutuyorum bile. İçimde hep onlara dokunuyorum, sarılıyorum duygusu var.
Sana geçen mektubumda bir diji tiyatro projesine başladığımı anlatmıştım ya. Adını "Yedi Kadın" (Çeşitlemeler) koydum. Yedi kadının iç içe geçen öykülerini anlatıyorum bu projede. Bunu projenin yazarı ve yönetmeni olarak belgeselci bir arkadaşım (Deniz Şengenç) ve karakterleri canlandıran tiyatro ve film oyuncusu arkadaşlarımla birlikte yürütüyorum. Kadına karşı şiddet izleğinin çeşitlemelerini yazdığım her öykü yarım saat sürüyor. Her kadın bugün vardığı noktadan geriye bakarak kendi öyküsünü anlatıyor. Tiyatro ve ve video art karışımı bir proje bu. İlerde sergileyeceğiz tabii, Blue TV gibi bir yerde dizi olarak da göstermeyi planlıyoruz.
Haftalardır prova yapıyoruz oyuncularla. Hepsi zoom üstünden. Ama inan ki ben bu çalışmalar boyunca birlikte olduğum insanlara kendimi çok yakın hissediyorum. Elimi uzatsam dokunacağım gibi bir duygu. Birlikte gülme, kaygılanma, duygulanma, tartışma, düşünme ne kadar güzel bir şey, ne kadar ufuk açıcı ve heyecan uyandırıcı.
Sen mektubunda tiyatro oynadığından söz ediyorsun ya, evet bu senin için de çok yeni ve heyecan verici bir deneyim olmalı. Ama sanırım zaten içinde olan bir şeyi keşfettin. Yetmişimizde yepyeni bir şey öğrenmiyoruz. Ben de hayatımda ilk kez yönetmenlik yapıyorum. Ama benim de yönetmenlik de oyunculuk da hep içimde olan bir şey değil mi? Oyuncularla çalışırken bunun daha da çok bilincine vardım. Bir rolün üstünde önce okuma provalarıyla uzun uzun çalıştıktan sonra, bir an geliyor ki oyuncunun rolünü iyice içselleştirmesi gerekiyor. Projemizde gerçekçilik önemli. Yani hocam Bertolt Brecht'in savunduğu epik oyunculuğun tam tersi bir oyunculuk anlayışı. Oyuncu öyküyü gerçekmiş gibi anlatmalı o kadar ki projemizde yer alan Berna Laçin ya da Tülay Günal gibi yer yer tanıdık yüzlere rağmen izleyici gerçek öykülerin anlatıldığını sansın. İşte bunun için uğraşıyoruz. Kimi oyuncu bunu daha kolay yapıyor, kimisi zorlanıyor, film deneyimi olanlar bir çok şeyi daha çabuk yakalıyor, diğerleri kolaylıkla teatrelliğe kaçabiliyorlar. Bunun iyi ya da kötü oyunculukla ilgisi yok, deneyimle var. Öte yandan psikolojik etkenler de belirleyici olabiliyor. Kimi oyuncunun canlandırdığı rolle arasında ciddi sorunlar oluşabiliyor, belki de rol ona çok yakın olduğu için. İnsan ruhu ne kadar şaşırtıcı, ne kadar gizemli... Bu süreçte bunu da keşfediyor, keşfettikce de yeni şeyler öğreniyorum.
Benim için en büyük sürpriz bir Kürt kadını canlandıran Aysel Yıldırım'ın oyunculuğu oldu. Yazdığım karakter çok daha tedirgin, kaygılı ve hüzünlüydü. Aysel karaktere gülümsetici ögeler katarak yepyeni bir boyut getirdi. İzlerken gülüyorsun, hüzünleniyorsun, duygulanıyorsun ve inanır mısın onu sımsıkı kucaklamak istiyorsun. Oyunculuğu ile beni öyle heyecanlandırdı ki bu karakteri geliştirip tek kişilik bir oyuna dönüştürebileceğimi düşündüm. İşte karşılıklı duygu ve düşünce alışverişi dediğim de tam tamına bu.
Bu arada roller de kaymalar oldu. Kimi çıktı, yenileri geldi. Açıkta olan bir rol için arayışımda Vahide Perçin'le tanıştım. Yüzünü, göz ifadesini, mimiklerini, sesini çok iyi kullanan azla çok şey söyleyen, insan ruhunun derinliklerini yakalayan müthiş bir oyuncu, dizilerden tanırsın herhalde. Onu projemize kazanmayı çok istemiştim o da istedi sanırım ama zamanlamam tutmadı. Öyle üzüldüm ki. Neyse tanışmış olduk, ne kadar sevimli, sıcak ve kibar bir insan, sanırım yeni bir dost edindim.
Başka bir terslik de yine çok iyi bir oyuncuyla provalara girmek üzereydik ki son dakikada vaz geçti. Emin değilim ama öyle sanıyorum ki bunun da nedeni gruptaki bir tartışma oldu. Oyunculuğuna hayran olduğum Ozan Güven'in sevgilisinin yüzünü mosmor etmiş olması, magazincilerin de bu konuya bulunmaz bir nimetmiş gibi atlamaları kadın ve şiddet konusunu gündeme getirmişti. Ben de sanatçıların Ozan'a karşı tavır almamalarını açıkça çok yadırgamıştım. "Bu da onun özeli" diye bir şey yok, "bana ne bundan" diye de bir şey yok, çünkü şiddet, hele aile içi şiddet, kadın karşı şiddet her zaman politiktir.
Biliyor musun nice ünlü sanatçı var şiddet eğilimli, Can Yücel, Özdemir Asaf daha niceleri, bu konu nedense hep tabulaştırılıyor. Ben de bunun üstüne bir tartışmanın önemli olduğunu düşünüyorum, üstelik de biz de kadın ve şiddet konusunu ele aldığımız projemizle tam bu konunun içindeyiz. Ama nedense bunların konuşulması bile birilerini hep rahatsız ediyor. Ben de bunun nedenlerini irdeleyen bir yazı yazdım Cumhuriyete, 26 Ağustostaki pazar ekinde çıkacak.
Biz yaşadığımız çirkinliklerden kaçtıkça onlar kaybolmayacak ki tam tersine büsbütün yaygınlaşacak. Tarih de böyle bir şey Berincim. Sen işine gelmeyen şeyleri yok sayabilirsin tabii. Ama sen gözünü kapadıkça kendiliğinden yok olmuyor ki. Onun için de tarihi kendilerine göre yontan, çarpıltan, değiştiren ideolojilerden çok rahatsız oluyorum. Yine Almanlar kendi tarihleriyle yüzleşmekten kaçınmadılar. Bir de bizi düşünsene.... Ama geçmişle hesaplaşmak bugünle de barışık olmaya bağlı büyük oranda, öyle değil mi?
Seni sevgiyle kucaklıyorum.
Zehra
Bình luận